Uygun Bir Yerde İnecek Var, Bölüm 2, Cunda Öyküleri
Doğru ya, ona neydi? Onlar öyle mutluymuşlar.Kuruntulu bir adamdı iste… Zaman zaman kendi de beğenmiyordu bazı huylarını. Kendi içi sesini her şeyin üstüne çıkarmak istiyordu. Hep bir propagandacı konuşuyordu içinde. Modası geçmiş şeyler söyleyen bir hoparlör…Kimi inandırabilmişti ki tek kalpli sesiyle? Uyumsuzluk ve iktidar avcılarının kovaladığı sabah sesli çirkin bir karga olarak aksama kalmamış mıydı? Ya da simdi kendisini öyle duyumsamıyor muydu? Tüm güzelliklerden uzak, gerisinde hep keşkeler biriktirmiş olarak… Kız “uygun yer” demişti. Hem de gülerek. O da mutluydu. Hem de ona bakarken bile.Keşke orada kalabilseydim diye düşündü. O kızıl saçlı, dolgun kırmız dudaklarında ıslak öpüşler ısıtan kızın indiği yerde. Belki konuşurdu bile kız. Nerelerde çalışmış olduğunu, neler yasadığını sorardı. Hep ötekini düşünerek yasamış bir romantiğin duygusal yasam öyküsünden kim etkilenmezdi ki? Bu ayrıcalıklı olma çabasının, aslında ötekinden çok kendini düşünüyor olmanın, aşkınlık savının bir gösterisi olduğunu düşünmez miydi kız? Hayır! Mutlaka dost olurlardı. Belki koluna bile girerdi. Aldırmazdı ilerlemiş yasına, ceplerindeki tansiyon, bronşit, kalp ilaçlarına.Ömrüm geçti de öyle bir yerde, öyle birinin yanında inemedim, beni hep istemediğim yerlere doğru götüren hayatımdan diye düşündü.
Karısından korkmayacağı tuttu birden. Döndü geriye, kızın indiği yere baktı. Kız oradaydı.
ALIBEY ADASI diye yazan o tabelanın hemen yanında. Altta da parantez içinde ikinci bir ad: CUNDA ADASI…
Kız hâlâ o indiği yerde duruyor, otobüse doğru bakıyordu. Hemen arkasındaki apartmanda bir perdenin kıpırdadığını gördü sonra…Perdeyi yeniden örtüp geri çekilen adam elindeki kâğıtlarla odasından çıkıp koridora geçti, karsıdaki aynaya doğru yürüdü.Otobüsün arka camından gördüğü o yaslı yüzde, adamın aşağıdaki levhanın yanında duran kıza bakan gözlerinde bilemediği bir tanışlık, çözemediği bir derinlik vardı sanki… Öyküsünü oradan çıkarabilir miydi? Elindeki yazdığı notlardan hiç hoşnut değildi doğrusu.Cunda Adası’yla ilgili bir öykü istenmişti, onu yazıyordu. Öyküsünün girişine kullandığı o sahneyi yazarken hangi yazardan etkilenmiş olduğunu bir türlü çıkaramıyordu… Nerdeyse iki saattir son aylarda okuduğu tüm kitapları, not defterleri alt üst etmiş bulup çıkaramamıştı o parçayı. Deniz kenarında yürüyen, büyük olasılıkla ayni zamanda şiirlerde yazan bir yazarın kumun içinde bulduğu bir deniz kabuğuna bakarak, ben mi buldum, deniz mi bana getirdi diye sorduğu soruyu anımsatan bir giriş yapmıştı öyküsüne. Bir yerde okumuş olduğunu çok iyi anımsıyordu… O yazarın adini bulamaz ve öyküsünde bir şekilde anamazsa, yazdığı öyküde duygudaşlık gücü yoksunluğuyla, içtenlik, istenmemişlik, dışlanmış olma, küskünlük görüntülerini kullanarak kazanma uğrasıyla dalga geçmeye çalıştığı kahramanın gölgesi kendi üzerine düşecekti… Parodisi, kendine yönelmiş bir parodi silahına dönüşecekti.
Her sıkıştığında, akli karıştığında yaptığı gibi aynaya doğru yürüdü. Gözlerinin içinde bulabilirdi yazdıklarında bulamadığını.
“Bana Baksana!
Denizinde karanında istemedikleri garip bir nesneyim ben. Denizin karaya attığı, karanın denize ittiği… Dalgaların önünde bir o yana, bir bu yana savrulurken, her çıktığı yolun daha ilk adımlarında yanlış yolda olduğu sanisiyla ürperen, her kıpırdanışta bin pişmanlık duyarak geri dönmeye çalışan, köseleri kirilmiş, kolları ve ayakları yitip gitmiş bir oyuncak gövdesi gibi… Ya da taslara vura vura yüzeyi parçalanmış, saflığı, duruluğu bozarmış bir bilye eskisi… Ben mi buldum kendimi burada, hayat mı getirip çıkardı beni karsıma?Biliyorum sevgilim. Ne denize aidim zaten ben, ne de karaya… Ne sana ait olabilirim ne de kendime. Sana doğru attığım her adımda karsılaşabileceğim direnci düşünerek, bir kez daha yalvarmamı, köleleşmemi bekleyeceğini sanarak küçüldüm, büzüldüm, tüm kenarlarımı, köselerimi yitirdim seninle edindiğim deneyimin alacakaranlığında.Seni ve beni düşündüm soluk almak için durduğum her anda. Ben miydim bu cehennemin yaratıcısı? Kimin günahlarıydı bizi birbirimizden ayıran? Ne sevdin beni, ne bensiz olabildin. Hep ardından koşmamı istedin; gölgende kalmamı, adim adim seni izlememi… Bir de seni çok arzuladığımı söylememi. Yalnızca benden daha yukarda olduğunu bana bildirmek ve benim yalvarıyor olmamdan haz duymak için aradın beni…”
Elindeki kalemi yazmakta olduğu mektup kâğıdının üzerine koyup arkasındaki diğer masaya döndü Caner. Cep telefonuna uzandı; ekran yine bos!…
Canin sıkıntısı bir kat daha arttı. Handan’a yazacaklarının umduğu etkiyi yapamayacağına ilişkin o kuşku biraz daha büyüdü içinde. Hala o beklediği iletiyi göndermemiş İpek. Bir saat olmuştu oysa bugün bir isi çıktığından onunla görüşmeyeceğini bildirmesinin üzerinden. İsi ne kadar yoğun olursa olsun, bir olanak yaratmalı, yanıt yazmış olmalıydı… Bugün ki buluşmayı tam bir hafta önce karalaştırmış olduklarını, onu çok özlemiş olduğunu söyleyen uzunca bir ileti beklemek hakkiydi…
Mektubuna döndü yeniden. Ayni masayı paylaştıkları o aksam Tolga’ya bakarken nasıl da parlıyordu Handan’ın gözleri? Tolga onu istemiyordu oysa. Gözünün Arzu’da olduğunu herkes biliyordu. “Ah Handan! Sözcüklerimin, tümcelerimin en bulanık olduğunu anlarda bile içimde dupduru olanın sana ulaşabilme kaygısı olduğunu bir türlü anlatamadım sana. Hep yenilmiş, yıkılmış oldum sana doğru koşarken. Yalnızca ben gözden yittiğimde, arkanda bir gölge gibi görünmez olduğunda telaşlandın, durup bekledin. Ben görünürün olduğumda da bana gir aldırmadan yürüyüp gittin.
Daha nasıl anlatabilirim ki sana, seni delice sevdiğimi… Yalansız coşku bir askla taptığımı… Sense seni böylesine seven birisinse değil seni hiç umursamayan birisine dönmüşsün yüzünü. Ne kadar duyarsız, ne kadar insafsızsın sevgilim!”
Cep telefonunun iki “bin”le ileti gelmiş olduğunu bildiren uyarı sesiyle döndü geriye Caner. Beklediği olmuştu iste… Açtı İpek’ten gelen notu: Bu kadar insafsız olma sevgilim, bir haftadır bugünü bekliyordum.
İpek’ten gelen ileti neyi değiştirmişti? Hiç! Handan çok hâlâ çok uzaktı ona. Kendisine acıyordu Caner. Hiç kimseye acımadığı kadar acıyordu kendisine. Mutsuzdu.
Belediye otobüsünün arka koltuğundaki yaslı adam ALIBEY ADASI ile CUNDA ADASI adlandırmaları arasındaki ayrımı düşünüyordu. Kız tam orada inmişti otobüsten. Uygun bir yerde inecek var demişti. Uygun yer, o iki adin arasına sıkışmış bir anlamdı iste… Ayni zamanda tüm uygunsuzlukların beslediği yer…Orada kalabilmiş olsaydı!Birden kalktı ayağa, aldırmadı sıkışmış soluğuna, çarpan kalbine, arkasından şaşkın bakan kırk yıllık karısına, emeklilikten sonra iyice içlerine daldığı tarih, felsefe ve toplumbilim kitaplarında kafasında kalmış olanlara, otobüsün arka kapısına doğru yürüdü;“Uygun bir yerde inecek var kaptan!”
Eylül 11, 2007
sus
[...] Uygun bir yerde inecek var! Bölüm2 [...]
View this Comment in:

Mart 23, 2008
sus
İnsan hayatında hiçbir şeyi ertelememeli,
Yoksa iş işten geçmiş oluyor.
View this Comment in:
